Siyaset bilimi ve siyaset pratikleri, her zaman iktidar partisinin tansiyonu düşürmesi ve daha hoşgörülü olması gerektiğini söyler. Ancak Türkiye’de iktidar partisi lideri ve Başbakan Sn. R.Tayyip Erdoğan’ın son günlerdeki üslubuna bakıldığında maalesef bunun olmadığı anlaşılmaktadır. Başbakan’ın dün Cuma namazı sonrası gazetecilerin sorularını yanıtlarken; Hükümet’in Kürt açılımını “ABD’nin projesidir” diye eleştirenlere çok sert bir dille “bunu ispat edemezlerse alçaktırlar, namussuzdurlar” demesi de bunu doğrulamaktadır. Aslında Sn. Başbakan’ın bu sözlerinin muhatabının kim olduğu tam anlaşılamamışken, Sn. Bahçeli’de benzer sertlikte cevap verince muhatap belli oldu. Çünkü bu arada Sn. Erbakan’ da Cuma namazı sonrası sohbetinde “bunlar çoluk çocuk, İsrail’in, AB’nin oyununa geldiler” sözü herhalde dikkate alınmadı!
Peki bu proje kimin projesidir ?
Türkler ve Kürtler 1000 yılı aşkın bir süreden beri bu topraklarda kardeşçe yaşamaktadırlar. Bazı dış güçler, son 150 yıllık gayretlerine rağmen et ve tırnak gibi olan bu iki kesimi birbirlerine düşürememişlerdir. Bu dış güçler emellerine ulaşmak için ne yapmışlardır? Zaman zaman isyanlar çıkarmışlardır. Son 25 yıllık dönemde ise PKK terörünü desteklemişlerdir. Bu süreçte bu güçlerin her birinin PKK terörünü nasıl desteklediği henüz hafızalardan silinmemiştir. Cümle alem biliyor ki Türkiye sadece PKK ile savaşmamaktadır. Türkiye bu terör örgütünün arkasındaki güçlerle de savaşmaktadır. Peki bu aşamada ne oldu da bir anda “önümüze bir fırsat çıktı” denildi. Bu fırsat neyin nesi? Sn. Cumhurbaşkanı, Sn. Başbakan ve Sn. Bakanlar bu fırsatı değişik biçimlerde ifade etmektedirler. Ancak, Türkiye’de kimse bu fırsatın ne olduğunu bilmemektedir! Hatta Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Sn. Burhan Kuzu’da bu açılımın ne olduğunu bilmediğini! TV’de açıkça itiraf edebilmiştir.
Aslında herkes her şeyi biliyor. Kimse kimseyi kandırmaya kalkmasın. Bu açılımın dış güçler tarafından nihai hedefi de bellidir;
Atilla İlhan 1998 yılında bir TV konuşmasında şunları söylemişti; “1950’li yıllarda bir arkadaş grubu olarak, Türkiye’de komünizmden yargılanan ve mahkum olan Nazım Hikmet’e destek sağlamak üzere Fransa’ya gitmiştik. Orada bir dizi görüşmeler yaptık. Ancak, bu arada gördük ki Kürtlere Fransa’da dernek kurdurmuşlar ve 50 yıldır da bu derneği destekliyorlar”
Ecevit 1962 yılında Çalışma Bakanı olarak ABD’ye gittiğini, orada işçi sorunları ile ilgili görüşmeler için bir dizi toplantıya katıldığını, bu arada programda olmamasına rağmen ABD’li yetkililerin kendisini bir toplantıya davet ettiklerini ve bu toplantı için; “siz işçi sorunlarını bırakın sizin daha önemli sorunlarınız var –Kürt sorunu- gelin bunu konuşalım” dediklerini TV’de anlatmıştı.
1990’lı yılların başında Saddam’a Kuveyt’e gir diyen de ondan sonra 38. paralel’in kuzeyini uçuşa yasak bölge ilan eden de aynı güçlerdir. Bugün o bölge hangi durumdadır? 1 Mart 2003 tezkeresi görüşmeleri öncesinde Trabzon’dan İskenderun’a bir hat çizip o bölgeyi isteyen (uçuşa yasak bölge gibi!) hangi güçlerdi. Eğer o tezkere o haliyle geçmiş olsaydı şimdi Türkiye ne durumda idi bunu düşünmek gerekmez mi? Biraz daha ileri götürelim konuyu; peki, Dağlıca’da 12 şehit verdikten sonra; Türk askerleri, karda kışta Kuzey Irak’ta teröristlerin bulunduğu bölgeye ulaştıklarında onların apar topar oradan çıkmasını kim istedi? Askerlerimizin başına çuvalı kim geçirtti. Niye geçirtti.
Yukarıda da belirttiğim gibi konuyu esrarengiz hale getirmeye gerek yok, herkes her şeyi biliyor; dağdaki çobanımızdan Cumhurbaşkanımıza kadar herkes biliyor ki “ABD, Irak’ ta petrolle ilgili hesabını tamamladı, anlaşmalarını imzaladı. Şimdi Abbas Yolcu! diyor, ama giderken de Kuzey Irak’taki oluşumun ayakları üzerinde duramayacağını, İran, Irak ve Suriye tarafından tehdit edildiğini, bu nedenle birilerinin himayesine verilmesi gerektiğini düşünüyor. Peki bu himayeyi kim yapabilir tabi ki Türkiye. Türkiye’ye bu sorumluluk verilirken bir avantaj da sağlanması gerekiyor, o avantaj da PKK terörünün sona erdirilmesidir. Türkiye açısından PKK terörünün sona erdirilmesi çok önemli bir sonuç olacaktır.
Ancak, bu aşamada kritik sorun yukarıda belirttiğimiz güçlerin, 150 yıldan daha fazla bir süredir devam eden emellerinden vaz geçip geçmedikleridir. Bugün gelinen noktada belirtilen dış güçlerin ve içerideki bazı güçlerin nihai hedefi “yeni bir anayasa yapılması ve bu anayasaya devletin kurucusunun iki halk olduğu ve bunun doğal sonucu da ana dilde eğitim yapılmasıdır”. Bu iki konu da Türkiye’nin parçalanması projesinde sonun başlangıcıdır.
Türkiye’de bazıları, insanlık tarafından “yüce” olarak kabul edilen değerlerin arkasına sığınarak politika yapmaktadırlar. Bunlar; barış, demokrasi, demokratik anayasa, insan hakları, akan kanın durması, özgürlükler, anaların göz yaşının dinmesi vb. yüce değerlerdir. Bu yüce değerler gündelik politikalara alet edilmemelidir. Aksi takdirde bu yüce değerler aşınacaktır.
1978 yılında Bülent Ecevit hükümeti kurulduğunda bakanlıklarda görev teslimi pazartesi günü beklenilmeden pazar günü yapılmaktaydı. O dönemde CHP’de üst düzey görevde olan Altan Öymen’e gazeteciler soruyorlardı, niçin pazartesini beklemediniz diye, Sn. Öymen’in cevabı; “anaların gözyaşını bir gün önce dindirmek için bugün devir teslim yapıyoruz” şeklinde olmuştu. Ancak, anaların gözyaşları birkaç yıl daha akmıştı… Eğer bu açılımda başkalarının bir dahli yoksa, bu süreç niye yıllarca bekletildi? Daha önce başlatılmış olsaydı daha iyi olmaz mıydı? Anaların göz yaşları bir an önce durdurulsaydı daha iyi olmaz mıydı? Sürecin geç başlatılmasından kimler sorumlu?
İyi hesaplanmamış ani açılımların nasıl sonlandığı çok yakın geçmişteki deneyimlerle de sabittir. Türk kamuoyu son olarak Kıbrıs ve Ermenistan açılımlarını yakından izlemiştir. Kıbrıs’ta nelerin olduğunu tüm Türk kamuoyu yakından bilmektedir. Annan planına evet dedirtebilmek için ABD’den uçak dolusu iş adamı kimliğinde insanlar gelmişlerdi. Kuzey Kıbrıs’a yatırım yapılacaktı. Tecrit kaldırılacak ve limanlar açılacaktı. O gün bugündür bekliyoruz bunları… Ermenistan konusunda ise; İlham Aliyev, Rusya ile stratejik işbirliği anlaşması yapma noktasına getirilmiş, Türk ve Azeri halkları arasına en basit ifadesiyle soğukluk girmiştir. Bu açılım Türkiye’nin kendi iradesi ile mi yapılmıştır. Sn. Başbakan uluslararası ilişkilerde “win ,win” ilkesine sıklıkla vurgu yaptığına ve bu somut olayda da böyle bir sonuç olmadığına göre bu açılım neden yapılmıştır? Ermenistan açılımı da bizim kendi planımız mıydı?
Bu itibarla; 25 yıldır devam eden bir mücadelenin sona erdirilmesinde acele edilmemeli, süreç doğru ve sağlıklı bir biçimde geniş kesimlerin katılımı ile yönetilmelidir. Özellikle bu süreçte daha başlangıçta TBMM’de grubu bulunan muhalefet partileri ile görüşülmemesi büyük bir eksikliktir. Bu aşamada da tansiyonun iktidar partisi tarafından düşürülmesi gerekirken adeta tansiyonun yükseltildiği görülmektedir. Sn. Başbakan’ın bu kadar önemli bir konuda sakinliğini bozmadan süreci yönetebilme becerisini gösterebilmelidir.
Sn. Başbakan öncelikle “empati” yapabilmelidir. Kendisini TBMM’de grubu bulunan ve bu süreçte kendileriyle görüşülmeyen partilerin yerine koyabilmelidir. Yani kendisinin muhalefet partisi ve onların da iktidar partisi oldukları ve kendileri ile görüşülmeden böyle bir açılım yapıldığını düşünmelidir. Üstelik bu süreçte iki yıldır TBMM’de olmasına karşın görüşülmeyen ve kendisinden öncelikle PKK ile ilişkisini kesmesi istenen DTP ile görüşülmüş olsun. O, DTP ki Genel Başkanı Ahmet Türk TV’lerde “bu süreçte PKK’nın tamamen tasfiye edilmesini düşünmüyorum” derken Genel başkan yardımcısı Emine Ayna da 11 Ağustos’ta partisinin Iğdır’da düzenlediği toplantıda “Biz Kürt sorununun çözümünde Öcalan’ı muhatap alıyoruz. PKK ve Öcalan’sız bir barış süreci olamaz” demiştir.
O zaman şöyle bir soru sormak haksızlık olmasa gerektir; DTP yöneticilerinin ağır ve tahrik edici açıklamalarına bir cümle ile bile cevap verilmeyerek adeta tolerans ve hoşgörü gösterilirken diğerlerine “alçak, namusuz” sıfatlarını kullanmak nasıl izah edilebilmektedir.
Sn. Başbakan biraz sabır, hoşgörü ve empati…Terörün sona erdirilmesi siyasi hesaplara alet edilmemelidir. Bu tür konularda tüm toplumun desteği sağlanmalıdır. Burada da en büyük görev sizlere düşmektedir.Saygılarımla,